• resmi ilanlar

RAMAZAN SOHBETLERİ

06/06/2017 11:00

ALLAH'IN KİTABI; KURAN

Peygamber şehri Medine'nin huzur dolu günlerinden birisiydi. Varlığıyla şehri bereketlendiren Allah'ın Elçisi (sav), yakın dostlarından Abdullah b. Mes'ûd'a seslendi: “Abdullah! Bana Kur'an oku.” Bir an için şaşırdı, ilminin derinliğiyle tanınan değerli sahâbî. “Yâ Resûlallah, Kur'an size indirilmişken, ben mi size okuyayım?” diyebildi sadece. Allah Resûlü, “Evet, evet, ben Kur'an'ı başkasından dinlemeyi çok seviyorum.” buyurdu.

 

İbn Mes'ûd okumaya başladı. Nisâ sûresinin yaratılışı hatırlatan, yetime saygıyı tavsiye eden, miras paylaşımını konu alan âyetlerini okudu. Nihayet, “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman, bakalım onların hâli nice olacak!” âyetine geldiğinde Peygamber'in (sav) gözlerinden yaşlar süzüldüğünü fark etti. Daha fazla dayanamadı Rahmet Elçisi ve “(Bu kadar) yeter.” buyurdu.

Kur'an, “Kelâmullâh” (Allah'ın sözü) ve “Kitâbullâh” (Allah'ın Kitabı)dır. Allah'a ait olduğu için de, “sözlerin en güzeli” dir. Nitekim bazı kaynaklarda Peygamberimizden, bazı kaynaklarda ise Câbir b. Abdullah'tan nakledilen bir hadiste şöyle denilmektedir: “Sözlerin en doğrusu, Allah'ın kelâmı; hâl ve tavrın en güzeli ise Muhammed'in hâl ve tavrıdır.”  O, inananların hep birlikte sımsıkı sarılması istenen “Allah'ın ipi” (Hablullah) ve kopmak bilmeyen “sapasağlam bir kulp”tur (el-urvetu'l-vüskâ). O, insanları en doğru yola ileten bir şifa kaynağı, bir hidayet rehberi ve rahmet vesilesidir.

Kur'an, insana dağların bile kaldıramayacağı büyük sorumluluğunu hatırlatır. Doğruları ve yanlışları, okuyanın önüne serer ve sağlıklı bir seçim yapmasını sağlar. Ona sorular sorar, bilgiler verir, dünyasını ve âhiretini tanıtır. Kur'an'ın kendisi için kullandığı, “hatırlatma” anlamına gelen “Zikr” , “doğruyu yanlıştan ayıran” anlamında “Furkân” , “yazılı metin” anlamında “Kitab”  ve “okunan şey” anlamındaki “Kur'an”  isimleri de Kur'an'ın bu özelliklerini kapsayıcı mahiyettedir.

Dinin temeli Kur'an'dır. İslâm, Kur'an'ın indiği gün insanlığa ulaşmaya başlamış, Kur'an'ın inişi sona erince ise tekemmül etmiştir. Bir Ramazan günü Hira'da “Oku!” âyetini duyması ve öğrenmesi Peygamberimizin (sav) ilâhî görevinin başlangıcı olmuştur. Yıllar boyunca, Resûlullah'a (sav) insanlara vereceği mesajları, topluma ise insanlığın gereklerini öğreten yine Allah'ın Kelâmı'dır. Nihayet “Bugün sizin için dininizi tamamladım.”  âyeti indikten ve Kur'an vahyi sona erdikten kısa bir süre sonra Peygamber Efendimiz de (sav) hayata gözlerini yummuştur.

Peygamber Efendimizin (sav) en büyük mucizesiydi Kur'an. Hz. Süleyman'a kuşlarla konuşabilme ve rüzgârı yönlendirebilme yeteneğini veren, Hz. İsa'ya ölüleri diriltme ve âmâları görür hâle getirebilme gücünü bahşeden Allah, son peygamberini de eşsiz kelâmı ile desteklemişti. Kur'an, bütün insanlara sesleniyor, onlara bilemedikleri ve aralarında tartıştıkları hâlde uzlaşamadıkları konuları öğretiyordu. Doğumdan öncesi veya ölümden sonrası gibi merak ettikleri meseleleri açıklıyor ve muhatapları üzerinde tarifi mümkün olmayan bir tesir bırakıyordu. Kur'an'ın sağladığı bu inandırıcılığı ve mucizevî etkiyi Allah'ın Elçisi (sav) bir hadis-i şerifinde şöyle ifade buyurmuştu: “Hiçbir peygamber yoktur ki, insanların inanmaları için kendisine mucizeler verilmiş olmasın. Bana verilen ise Allah'ın vahyettiği vahiy (Kur'ân-ı Kerîm)dir. Bu sayede ben kıyamet günü ümmeti en çok olan peygamber olacağımı ümit ediyorum.”

Peygamberimiz (sav), Allah'ın kendisiyle gönderdiği hidayeti ve ilmi, gökten inen bereketli yağmura benzetiyordu. İnsanı insan yapan değerlere hasret Mekke halkı, aradığı saf ve temiz dini Kur'an'da buluyor, onun olağanüstü anlatım üslûbu karşısında hayran kalıyordu.

Yaşadığı bütün süreçlerde ve karşılaştığı her yeni durumda Resûl-i Ekrem'e yol gösteren rehber, Kur'an olmuştur. Allah, vahyin ağır sorumluluğunu yüklediği peygamberini hiçbir zaman yalnız ve desteksiz bırakmamıştır.

Kur'an'ın niçin indirildiği iyi bilinmelidir. Yüce Allah, “Andolsun biz, Kur'an'ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?” “Bu, âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri ibret alsın diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” buyurmaktadır. Kur'an'ın iniş ve okunuş amacı yanlış anlaşıldığında, ilâhî mesajdan yararlanmak neredeyse imkânsız hâle gelecektir. O, ne sadece güzel okunmak, ne düşünsel polemiklere konu yapılmak, ne kendisiyle toplumsal statü ve çıkar sağlanması için gelmiştir. Mehmet Âkif'in ifade ettiği üzere;

“İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkıyla bilin

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!”

Her konuda olduğu gibi müminin Kur'an'la ilişkisi konusunda da en büyük örnek Allah'ın Elçisi'dir. O, Kur'an'ın nasıl okunması gerektiğini Yüce Yaratıcı'dan öğrenmişti. Bir defasında vahiy alırken inen âyetleri hızlı hızlı tekrar etmeye çalışmış, “Onu aceleyle almak için dilini kımıldatma.”  şeklinde uyarılınca bu acelecilikten vazgeçmişti.

Sevgili Peygamberimiz (sav), “Kur'an'ı ağır ağır, tane tane oku.”  şeklindeki ilâhî emri titizlikle uygular, Kur'an okurken âyetlerin arasında bir müddet duraklar sonra devam ederdi. Secde âyeti geçtiğinde secde ederdi. Allah'ın yüceliğinden bahseden bir âyet geldiğinde tesbihatta bulunur, dua edilmesi gereken bir konu geldiğinde durup dua eder, Allah'a sığınılacak hususları ihtiva eden bir âyet okuduğunda ise okuyuşuna ara verip istiâzede bulunurdu. Namaz kılarken Fâtiha okuyan kişinin dilinden dökülen her âyete Allah'ın anında cevap verdiğini, dolayısıyla Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an okuyana bizzat karşılık verdiğini söylerdi. Kur'an okumanın insana verdiği huzura sığınarak sıkıntılı bir durumla karşı karşıya kaldığında namaz kılardı.

ALLAH’IN KİTABI; KURAN (2)

Düzenli Kur'an okumak, Peygamber Efendimizin (sav) aksatmadığı ve çok önem verdiği bir sünnetiydi. Sakîf kabilesinden Evs b. Huzeyfe (ra), arkadaşlarıyla birlikte Medine'de Peygamberimize (sav) misafir oldukları günleri şöyle anlatır: “Allah Resûlü (sav) yatsı namazından sonra yanımıza gelir ve bize Mekke'de çektiği sıkıntıları anlatırdı.” der ve şöyle devam eder: “Bir gece yanımıza biraz geç geldi. 'Yanımıza gelmekte gecikmenizin sebebi nedir yâ Resûlallah?!' deyince,'Kur'an'dan her gün okuduğum kadarını (hizbimi) bitirmeden çıkmak istemedim.'  buyurdu. Sabah olunca bu konuyu sahâbîlere sorduk. Onlar, “Biz Kur'an'ı üç sûre, beş sûre, yedi sûre, dokuz sûre, on bir sûre, on üç sûre şeklinde hiziblere (bölümlere) ayırıyoruz. Mufassal sûrelerin hizbi de Kâf sûresinden başlayıp sonuna kadardır.” dediler.

Kur'an'ı ezberden okuma konusunda, cünüplük hâli dışında hiçbir şey Allah Resûlü'ne (sav) engel olamazdı. Evde, mescitte, namazda, yolculukta, gündüz veya gece hep Kur'an okurdu. Ashâb arasında samimiyeti ve ihlâsı ile temayüz eden Abdullah b. Muğaffel (ra), Mekke'nin fethedildiği yıl Peygamberimizi (sav) devesinin üzerinde sesini yükselterek ve dalgalandırarak Fetih sûresi okurken gördüğünü söyler. Hadis rivayetiyle meşhur sahâbî Berâ' b. Âzib ise bir defasında Resûlullah'ın (sav) yatsı namazında Tîn sûresini okuyuşunu dinlediğini anlatır ve “Sesi veya okuyuşu ondan daha güzel olan bir kişi duymadım.” der.

Öte yandan, Allah Resûlü (sav), Kur'an'ı güzel sesle ve usulüne uygun okumaya itina gösterirdi. Bu konudaki yeteneğiyle tanınan sahâbîlerden Ebû Musa el-Eş'arî'ye, “Hz. Dâvûd gibi güzel sesle ve ahenkle okuduğu” için övgüde bulunmuş ve “Dün gece senin Kur'an okuyuşunu dinlerken beni bir görmeliydin!” buyurmuştu. Abdullah b. Mes'ûd, Muâz b. Cebel, Übey b. Kâ'b ile Ebû Huzeyfe'nin azadlı kölesi Sâlim ise Resûlullah'ın (sav), “Kur'an'ı şu dört kişiden öğrenin.” ifadesiyle örnek gösterdiği Kur'an'ı en iyi bilen ve en güzel okuyan sahâbîlerdi.

Peygamber Efendimiz (sav), Kur'ân-ı Kerîm'i düzgün okumayı ve âyetlerin anlamlarını kavrayabilmeyi önemsediği kadar, inananları Kur'an'dan sûreler ezberleyerek hafızalarında taşımaya da teşvik ederdi. Kalbinde ve hafızasında Kur'an'dan hiçbir şey bulunmayan kişiyi, “harabe bir eve” benzetirdi. “Kur'an'ı ezberleyip okuyan kişi, Allah katındaki seçkin meleklerle birlikte olacaktır. Kur'an'ı zorlanarak da olsa devamlı okumaya çalışan kişiye ise iki kat ecir vardır.” buyururdu. Namazda imamlık yapmaktan savaşta ordu yönetmeye kadar pek çok görevlendirmede Kur'an'ı bilmeye ve okumaya önem veren Resûlullah'ın (sav), üstündeki elbiseden başka geline verecek bir yüzük bile bulamayan fakir bir kişinin nikâhını “ezberlediği sûreler karşılığında” kıydığı da bilinmektedir. Yine Allah Resûlü, Uhud Savaşı'ndan sonra ordu yorgun düştüğünden her şehit için tek tek kabir kazdırmak yerine, kabirlerin geniş kazılması ve şehitlerin ikişer üçer birlikte defnedilmesi talimatını vermiş ve öncelikle Kur'an'ı iyi bilenlerin defnedilmesiniistemişti.

Kur'an okumayı öğrenmiş veya Kur'an'ı ezberlemiş olmak, dinini öğrenmek ve yaşamak isteyen bir Müslüman için tek başına yeterli değildir. Kişi okuduğunu anlamalı, ezberlediğini kavramalı, Kur'an âyetlerindeki mesajları düşünmeli ve araştırmalıdır. Zira Kur'an, “Müminler için gerçekten bir hidayet rehberi ve rahmettir.” Öğrenen ama düşünmeyen bir insan, “Kur'an üzerinde düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üstünde kilitler mi var?” sorusuna nasıl cevap verecektir? Bu bağlamda sahâbî Ebû Ümâme'nin, duvarlara asılan Mushafların insanı aldatmaması gerektiğini, Kur'an'ı gerçekten idrak ve muhafaza eden bir kalbe Allah'ın asla azap etmeyeceğini söylemesi oldukça manidardır.

Peygamberimiz (sav), ashâbını Kur'an'ı hızlı okumamaları hususunda uyarmıştı. Zira o, verdiği ilâhî mesajlarla insana hayat veren Kur'an'ın hızlı okunarak, mânâsının göz ardı edilmesi endişesini taşıyordu. Abdullah b. Mes'ûd'un bildirdiğine göre de ashâb, âyetleri onar onar öğreniyor ve onların mânâlarını iyice kavrayıp amel etmeden diğerlerine geçmiyorlardı. Hz. Peygamber namazda Kur'an okurken ise “Sesini çok yükseltme; çok da alçaltma.”  âyetine uygun dengeli bir ses tonunu benimsemişti.

Kur'an'dan ezberlenen âyetlerin unutulmamasını da önemseyen Resûlullah (sav), “Kur'an'ı düşünerek tekrar edin! Çünkü onun insanın ezberinden silinip gitmesi, devenin bağından kurtulup kaçmasından daha hızlıdır!” buyurmuştu.

Allah Resûlü, Kur'an'ın öğrenilmesi kadar öğretilmesine de önem vermiş ve “Sizin en hayırlınız, Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir.”  Buyurarak ümmetini bu konuda teşvik etmişti.Nitekim o, Kur'an'ı öğrenen, okutan ve gereğini yerine getiren kimseyi kokusu her tarafa yayılan miskle dolu bir kaba, onu başkalarına öğretmeyeni ise ağzı bağlandığı için etrafına misk kokusunu yaymayan bir kaba benzetmişti. Bir başka hadisinde ise şöyle bir benzetmede bulunmuştu: “Kur'an okuyan mümin turunç gibidir; tadı da güzeldir kokusu da güzeldir. Kur'an okumayan mümin hurma gibidir; tadı güzeldir ama kokusu yoktur. Kur'an okuyan günahkâr kişi reyhan otu gibidir; kokusu güzeldir ama tadı acıdır. Kur'an okumayan günahkâr kişi ise ebucehil karpuzu gibidir; hem tadı acıdır hem de kokusu yoktur.”

Hz. Peygamber anne babaları ve çocuklarını da Kur'an'ı öğrenme ve onu hayatında gereğince tatbik etme hususunda teşvik etmiştir: “Kur'ân-ı Kerîm'i okuyan ve hükümleriyle amel edenin anne-babasına kıyamet günü bir taç giydirilir. Bu tacın ışığı şayet aranızda olmuş olsa, dünya evlerindeki güneş ışığından daha güzeldir. O hâlde bununla amel eden hakkında ne düşünürsünüz?”

Sözleriyle bize rehberlik eden Hazreti Peygamber (sav), uygulamalarıyla da bütün insanlığa örnektir. Onun, sabahları Haşr sûresinin son üç âyetini okumayı tavsiye etmek, geceleyin Secde ve Mülk Sûreleri'ni okumadan uyumamak gibi “günü Kur'an'la yaşamaya” yönelik sünnetleri vardır. Her yıl Ramazan ayında, o yıl içinde inenler dâhil, o âna kadar nâzil olan âyetlerin tamamını Hz. Cebrail'e okur, onunla karşılaştırma vekarşılıklı okuma yapardı. Bugün Ramazan'da yaygın olarak sürdürülen ve bir kişinin Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup diğerlerinin takip etmesine dayanan “mukabele” uygulaması böyle başlamıştı.

Peygamberimiz (sav) ömrünün son günlerinde sevgili kızı Fâtıma'nın kulağına, “o yılın Ramazan'ında Cebrail (as) ile Kur'an mukabelesini bir değil iki defa yaptıklarını ve bunu vefatının yaklaştığı şeklinde yorumladığını” fısıldamış ve bunun üzerine Hz. Fâtıma ağlamıştı. Hanımı Hz. Âişe (ra) ise Resûlullah'ın (sav) vefatından sonra gelip, “Onun ahlâkı nasıldı?” diye soran bir kimseye, “Kur'an okumuyor musun?!”demiş, “Evet” cevabı üzerine “Allah'ın Elçisi'nin (sav) ahlâkı Kur'an'dı.” cevabını vermişti.

Hz. Peygamber âdeta yaşayan bir Kur'an idi. Kur'an, Hz. Peygamber'in bizzat uygulayarak ashâbına öğrettiği, kıyamete dek kalacak en büyük mirastır. Bütün Müslümanlar bu mirasa sahip çıkmalı ve bu konuda gereken özeni göstermelidir. Sevgili Peygamberimiz bu konudaki uyarısını şöyle dile getirmiştir:

“Size öyle bir şey bıraktım ki ona sıkı sarılırsanız sapıtmazsınız: Allah'ın Kitabı!”

 

 

Îman Vasfı, İnsanlık Haysiyeti: HELÂL HASSÂSİYETİ

 “Kıyâmette insana sorulacak ilk dört sualden biri şudur: «Malını nereden kazandın, nereye harcadın?»”  (Tirmizî, Kıyâmet, 1)

HER NİMETİN HESABI VAR

Bir mü’min, aklından hiç çıkarmamalıdır ki; bu dünya bir imtihan dershânesi, kendisi de bu dershânede imtihana tâbî tutulan bir kuldur.

Dünya ve içindeki her şeyin insana müsahhar kılınması, yani insanoğlunun emrine âmâde kılınması, onun hizmetine verilmiş olması da bu imtihan sebebiyledir. Aksi hâlde, dünya ve nimetleri insana hudutsuz, hesapsız verilmiş değildir.

Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8)

İnsanın nâil olduğu bütün nimetlerden hesaba çekilecek olması, imtihanı itibariyledir. Cenâb-ı Hak, insanı sâir mahlûkattan ayırıcı husûsiyetlerle donatmış ve onu birtakım emir ve nehiylerle mükellef yani sorumlu tutmuştur.

MÜKELLEFİYET

Mü’min, mükelleftir. Yani, mes’ûliyet hissi içerisinde hayat sürmek durumundadır. Mükellefin, yani ilâhî sorumluluk altındaki kulun, her amel ve davranışının bir hükmü ve neticesi vardır: Farz, sünnet, müstehap, haram, mekruh, şüpheli, mubah, helâl… şeklinde, Kur’ân ve sünnetin tayin ettiği bu hükümler, bir mü’minin hayatına istikamet veren levhalar mesâbesindedir.

Bu levhaları gözeten, hayatını ilâhî îkaz ve işaretlerle yaşayanlar; yolun sonunda Allâh’ın izniyle ebedî rahmete, cennete vâsıl olurlar. Bu îkazlardan gaflete düşen, hırs ve tamaha düşerek ilâhî talimatları görmezden gelenler ise; dünya hayatında trafik kurallarını hiçe sayanların can ve mal kaybına yol açan kazalara uğradıkları gibi, dünyada da âhirette de en büyük ziyana düşerler.

Bilhassa içinde bulunduğumuz âhirzamanda; hevâ ve heveslerinin zebûnu olmuş nâdanların ortaya attığı; «Bırakınız yapsın! Bırakınız geçsin!» sözüyle hulâsa edilen, özü itibarıyla; «Altta kalanın canı çıksın!» acımasızlığının mahsulü olan gaflet ve zulüm cereyanları içinde, insanoğlu âdetâ hayvanat gibi hudutsuz, hesapsız bir hürriyet ile yaşamaya çağrılmakta… İnsanoğluna; «Dilediğin gibi kazan, dilediğin gibi harca!» denilmekte…

Hâlbuki âyet-i kerîmede buyurulur:

BAŞIBOŞ DEĞİLSİNİZ!

“İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?” (el-Kıyâmet, 36)

Allâh’ın lutfettiği sevk-i tabiîlerle hayatını sürdüren sâir mahlûkat için, mükellefiyetler yoktur. Onlar için; cennet gibi bir mükâfat, cehennem gibi bir cezâ yurdu olmadığı gibi; emirler, yasaklar, tavsiyeler ve sakındırmalar da bulunmaz. Zira onlar sadece insana ilâhî azameti telkin edici birer hizmetkâr olarak âmâde kılınmışlar ve bu vazifeleri de âdetâ otomat bir şekilde devam hâlindedir.

İnsan ise, mükerrem; yani değerli, şerefli bir varlıktır. Bu şeref de ilâhî bir lütuftur. Bu kıymet ve şerefi muhafazanın tek yolu, insanın ilâhî talimatlar içerisinde yaşamasıdır.

İnsan; başıboş mahlûkat gibi nefsinin hoyratlığına dûçâr olur, hevâ ve hevesinin peşinde sürüklenirse, bünyesinde bi’l-kuvve / potansiyel hâlde bulunan şeref ve kıymeti hebâ etmiş, âyet-i kerîmenin ifadesiyle;

«İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da şaşkındırlar.» (el-A‘râf, 179) âyet-i kerîmesinin ifade ettiği derekeye düşmüş olur. Demek ki helâl ve haramı gözetmek, ilâhî talimatlara riâyet içinde yaşamak; insanlık haysiyet ve şerefini korumaktır.

İnsanoğlu; dünyada hayatını sürdürmek, kendisinin ve ehlinin ihtiyaçlarını karşılamak için, gayret gösterir. Eker-biçer, alır-satar yahut başkasına ücretle çalışır ve sâir kazanç vesileleriyle hayatını kazanma gayreti içinde olur. Eline geçen imkânları da kendine ve çevresine harcar. Yer, içer, satın alır, istihdam eder…

Her iki yönde de, yani kazanırken de harcarken de nefsinin değil, Allâh’ın hoşnutluğuna riâyet etmesi, helâl-haram hudutlarına ileri derecede ihtimam göstermesi gerekir;

BİLHASSA YİYİP İÇTİĞİNE…

Gıda, insanın en tabiî ihtiyacı. Anne karnında, annenin yediği gıdaları kordon vasıtasıyla alan insan, doğduktan sonra da anne sütü ve anne-babasının ikramlarıyla karnını doyurur. Ömür boyu vücudunun beslenme ihtiyacını karşılamaya devam eder.

Cenâb-ı Hak bu ihtiyacın karşılanmasındaki ilâhî ölçüleri bildirerek âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Allâh’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine îmân etmiş olduğunuz Allah’tan korkun!” (el-Mâide, 88. Bkz. en-Nahl, 114; el-Enfâl, 69)

Birçok âyet-i kerîmede, yenmesi, içilmesi haram olan maddeler sayılmış; ticarî hayatta yetim malını haksız sûrette yemekten, fâizden, kumardan her türlü haksız kazançtan uzak durulması emredilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan Ashâb-ı Kehf’in kıssasında, helâl hassâsiyetinin güzel bir nümûnesi vardır:

Îmanlarını muhafaza gayretiyle hicreti tercih eden ve sığındıkları mağarada, fevkalâde bir ilâhî kudret ve sıyânete mazhar olarak 309 sene sâlimen uyutulan Ashâb-ı Kehf; uyandıklarında içlerinden birini çarşıya yollarlar ve ona şöyle tembihte bulunurlar:

(O gönderdiğiniz kişi) baksın, (şehrin) hangi yiyeceği (maddî-mânevî açıdan) daha temiz ise size ondan erzak getirsin.” (el-Kehf, 19)

Bu âyet-i kerîmede; bilhassa küfür ve gaflet diyarında yaşayan kimselerin, helâl-haram dikkatinde göstermeleri gereken ihtimam ne güzel ifade edilmiştir.

İlk vahyedilen âyetler arasında yer alan;

(Maddî-mânevî) pis ve murdar olan her şeyden kaçın!” (el-Müddessir, 5) emr-i ilâhîsine, bütün hayatında en ulvî ölçülerde riâyet eden Fahr-i Kâinât Efendimiz ve O’nun güzîde ashâbının hayatları, yenilip içilen şeylerin helâl ve temiz oluşuna dikkatin en müstesnâ misalleriyle doludur.

Şu hâdise, Efendimiz’in bu hassâsiyetteki yüce mevkiini göstermesi açısından ibretâmizdir:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir cenaze teşyîinden dönüyordu. Bir sahâbi hanım, hizmetçisini göndererek Efendimiz’i, evlerine yemeğe davet etti. Efendimiz de ashâbıyla birlikte icâbet etti. Yemek getirildi, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz elini yemeğe uzattı, sofradakiler de yemeye başladılar. Fakat bir de baktılar ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- lokmayı ağzında çeviriyor, fakat bir türlü yutmuyor. Bir süre sonra Peygamber Efendimiz bu davranışının hikmetini açıkladı:

«−Bu, sahibinin izni olmadan alınmış bir koyun etidir.»

Derhâl sofra sâhibesi çağırıldı. Sahâbî hanım gelip hâdiseyi şöyle îzâh etti:

«−Ya Rasûlâllah! Bir koyun satın almak üzere Bakî tarafına adam gönderdim ancak bulamadılar. Komşum bir koyun satın almıştı, ona haber gönderip koyunu ücreti karşılığında bana vermesini istedim. Fakat komşumu evinde bulamadık. Bunun üzerine, onun hanımına haber gönderdim, o da koyunu bana verdi.»

Hâdiseyi dinleyen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«−Onu esirlere yedir!» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Büyû, 3/3332; Ahmed, V, 293)

Bu hâdisede ne büyük ibretler vardır. Sonradan gelmesi kuvvetle muhtemel olan izin ve helâlliği yeterli bulmayan Efendimiz; sahibinin gönül rızâsı tam olmadığından, o ikramı hem kendi yememiş, hem de diğer mü’minlere revâ görmeyerek, gayrimüslim olan esirlere verilmesini emretmiştir.

Çünkü zâhirî olarak, yenilip içilen gıdalar, insana enerji olurken; mânevî olarak da o gıdaların tesiri, vücut ve ruh üzerinde hüküm sürer.

 

DEVAMI YARIN

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: