• resmi ilanlar

RAMAZAN SOHBETLERİ

02/06/2017 11:00

Sadaka-i Fıtır

Şüphesiz ki Ramazan'da mânevî bir iklimin oluşmasını sağlayan şey, bu ayda yapılan taat ve ibadetlerin yoğunluğudur. Oruç ve namaz gibi sosyal yardımlaşma ve dayanışma da bu ibadetlerin bir parçasıdır. Bu yüzden Ramazan, müminin sadece bedenen değil malı ile de kul olmasının gereğini yerine getirdiği bir aydır. Abdullah b. Abbâs, Hz. Peygamber'i (sav) insanların en cömerdi olarak nitelerken, onun cömertliğin zirvesinde olduğu zamanın ise Ramazan ayı olduğunu belirtmektedir. Ramazan'ın mânevî atmosferini oluşturan oruç, namaz ve sadaka, bir hadiste “hayır kapıları” olarak ifade edilmiştir. Görüldüğü gibi zekât, sadaka ve sadaka-i fıtır toplumun farklı kesimleri arasında köprü kuran, fertler arası duygusal gerilimi engelleyen, sosyal barış ve huzuru temin eden çok önemli bir dinî yükümlülüktür.

 

Fıtır sadakası, kişinin, hem kendisinin hem de velâyeti altındakilerin canını bağışladığı için Allah'a bir şükran borcunu ifade etmektedir. Bu sadaka, hadis kaynaklarımızda daha çok “fıtır sadakası” “fıtır zekâtı” “oruç zekâtı” ve “Ramazan sadakası” şeklinde geçmektedir.

Fıtır sadakasının yıllık oluşu, Ramazan ayı gibi insanların ibadete yoğunlaştığı, ruhanî hayata daha da özen gösterdiği bir zamanda ödenmesi son derece anlamlıdır. Fıtır sadakası, gündüzü oruçla, gecesi namazla ihya edilen Ramazan ayının bereketidir. Oruç ile bedenini arındıran Müslüman, fıtır sadakası ile de bayrama erişmenin şükrünü eda eder. İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir hadis, hem fıtır sadakasının hikmeti hem de ne zaman ödeneceği konusunda bizleri aydınlatmaktadır: “Resûlullah (sav) hem oruçluyu (işlediği) faydasız fiillerden ve (söylediği) kötü sözlerden temizlemek, hem de fakirlere gıda (temin etmek) üzere fıtır zekâtını farz kıldı. Artık kim bunu bayram namazından önce öderse, o makbul bir zekâttır. Kim de bunu bayram namazından sonra öderse, o sadakalardan bir sadakadır.”

Fıtır sadakalarının bayramdan önce verilmesi istenmektedir. Böylece fakir Müslümanların yiyecek ve giyecek gibi bayram ihtiyaçları giderilmiş ve onlara bayram sevinci tattırılmış olacaktır. Fakirler bu sayede bayrama hazırlıklı girecek, bayramda kendilerini yalnız ve garip hissetmeyeceklerdir. Dinen zengin sayılanlara, usul (anne, baba, dedeler ve nineler), furua (oğul, kız ve torunlar) ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere fıtır sadakası verilmez. Bir kimse, fitresini bir fakire verebileceği gibi, birkaç fakire de dağıtabilir.

Ramazan ayının son günü güneşin batması Ramazan ayının bitmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla fıtır sadakasının -Peygamberimizin uygulamasına binaen- bayram namazına gitmeden önce verilmesi müstehaptır. Bununla birlikte bilginler, yine Hz. Peygamber'in hadislerinde ifade edilen yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi amacına uygun olarak fitrenin bayramdan bir iki gün önce verilmesini teşvik etmişlerdir. Fitrenin bayramın birinci gününden sonraya bırakılması ise caiz değildir. Ancak zamanında ödenmemiş olmasından dolayı fitre yükümlülüğü sona ermez, her hâlükârda er ya da geç ödenmesi gerekir.

Fıtır sadakasının temel hikmetlerinden birisi, Ramazan ayını idrak eden ve oruç tutan müminin bu ayın mânevî bereketinden azamî derecede istifade etmesini sağlamaktır. Müminin, hac ve umre gibi uzun süren meşakkatli ibadetlerde olduğu gibi Ramazan ayında da, ibadetin kemalini zedeleyecek birtakım davranışlarda bulunması muhtemeldir. Böyle durumlarda malî kefaretler devreye girer ve o hatalar telâfi edilir. Bu şekilde ibadet kusurlardan arınmış olur. İşte bu hadis, fıtır sadakasının bu fonksiyonuna işaret etmektedir. Şayet mümin, Ramazan ayının gecesinde veya gündüzünde bu ayın saygınlığına halel getirecek birtakım kötü söz veya davranışlar sarf etmişse, verdiği fıtır sadakası sayesinde bu hatalardan ve günahlardan arınacaktır. Elbette nihaî olarak fıtır sadakasının teşriînde, özellikle bayram günlerinde fakirlerin ihtiyaçlarını giderme maksadının gözetildiğini unutmamak gerekir. Yani fıtır sadakası bir taraftan veren açısından bir arınma vesilesi olmalı, diğer taraftan alan kişinin maddî bir ihtiyacını gidermelidir.

Temel ihtiyaç maddelerinin zamanla değişkenlik arz edebileceği muhakkaktır. Bu durumda fıtır sadakasını hadiste yer alan hurma ve arpa gibi ürünlerle sınırlamak doğru değildir. Nitekim başka rivayetlere göre sahâbîlerin değişik mahsullerden de fıtır sadakası verdiklerini görmekteyiz. Dolayısıyla Efendimiz (sav), ekonomik şartları ve çevresel faktörleri gözeterek fıtır sadakasını, insanların ellerinde bulunan temel yiyecek maddelerinden vermelerini istemiştir.

Fıtır sadakası aynî olarak verilebilir. Daha doğru bir deyişle, Hz. Peygamber zamanında öyle verilirdi. Cebinde nakit parası olmayan bir çiftçi elbette para veremez. Ama aynı şahıs harmanının başında bir ölçek fındık, kuru fasulye, nohut, buğday, arpa, kuru üzüm gibi mahsullerden daha rahat ve bolca verebilir. Bu noktada herkesin elinde bulunan maldan bu sadakayı vermesi bakımından önemlidir. Bir Müslüman eğer kuru üzüm sergisi başında ise ondan un veya hurma ile fıtır sadakası istemek, ona zorluk çıkarmaktır. Ayrıca fıtır sadakasının nihaî maksadını düşündüğümüzde, günümüzde bu sadakanın sadece hadiste ifade edilen yiyecek maddelerinden verilmesi gerektiği sonucunu çıkarmak yanlıştır. O dönemde bir fakirin bir ölçek hurma veya buğday ile önemli bir ihtiyacını karşıladığı göz önüne alınırsa, buradaki temel maksadın bir kişinin bir günlük yiyeceğini sağlamak olduğu anlaşılacaktır. Bu ihtiyacın nakit para ile karşılanması da mümkündür. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki, günlük ihtiyacın tespiti yapılırken fitreyi alanın değil, verenin hayat standardı esas alınmalıdır. Nitekim Kur'an'da yemin kefaretini belirleyen âyette, “Ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hâllisinden on fakire yedirmek.” şeklinde bir ölçü ifade edilmektedir. Bu âyet, fakire ikramda bulunurken nasıl bir kıstas tayin edilmesi gerektiği konusunda bizlere ışık tutmaktadır.

Dinimizde insanın yararlanması için, görünüşte sanki dinî ve dünyevî ayrımı yapılabilecek tarzda, vergiler, hayırlar, yardımlar ve mal ile ilgili “elden tutma”lar öngörülmüştür. İyi düşünülünce hepsine birden “dinî ve aynı zamanda dünyevî” demek mümkündür. Ama hepsinde ortak nokta insanların ondan faydalanması ve Allah'ın hoşnut kılınması hususudur. Dolayısıyla fıtır sadakasında da hedefin, Allah'ın rızası ve insanların yararı olduğu görülecektir. Bu sadakanın tezkiye yönü de diğer ibadetler gibi, kula yönelik bir yardım ve istifade olsa gerektir.

Fıtır sadakası, günümüzde Müslümanlar arasında titizlikle riayet edilen malî bir ibadettir. Bunda miktarının az olmasının da etkisi olabilir. Bu yüzden fitrenin miktarının çok az olduğu yönündeki birtakım yorumlar ihtiyatla karşılanmalıdır. Dinî otoritelerce her yıl takdir edilen miktar elbette az nüfuslu aileler için düşük bir meblağdır. Ancak fıtır sadakasının miktarı arttırıldığında kalabalık ailelerin bu ibadeti yerine getirmelerinde ciddi sıkıntılar yaşayacakları da unutulmamalıdır. Diğer yandan zengin ülkeler için sünnet ile belirlenen fıtır sadakası miktarı belki maddî olarak çok şey ifade etmeyebilir. Ama dünyanın muhtaç mıntıkalarında böyle bir küçük yardım rahmetin ta kendisi olacaktır.

Bu senenin Sadak-i Fıtır bedeli 16tl. dir.

 

 

SABR-I CEMÎL İMTİHANI

Hazret-i Yâkub -aleyhisselâm-, Allâh’a en yakın kullar olan peygamberlerdendir. Bu azîz peygamber, evlâtları içinde en çok Yûsuf -aleyhisselâm-’da kendi husûsiyetlerini gördüğünden, gönlü ona meyletmiş, ona büyük bir muhabbetle bağlanmıştı. Fakat bu aşırı muhabbet, Hakk’a yakınlığa gölge düşürdüğünden, uzun bir ayrılık acısıyla karşılık gördü.

Hâlbuki her baba, evlâdına muhabbet duyar. Hattâ bâzı babaların evlâdına muhabbeti, düşkünlük derecesindedir. Fakat bunların pek çoğu, Yâkub -aleyhisselâm-’ın mâruz kaldığı evlât hasreti imtihânına tâbî tutulmaz. Zira Hazret-i Yâkub, Allâh’ın bir peygamberi ve dostudur. Bu dostluğun yüksek hukûkuna tâbî olmayan umum insanlık için meşrû olan bir hâl, o aziz peygamber hakkında büyük bir ilâhî imtihan mevzuu oldu. Yâ­kub -aleyhisselâm- da üs­tüs­te ge­len bütün mu­sî­bet­lere mukâbil, Hakk’a yakınlığa yakışan bir sabır, teslîmiyet ve rızâ hâliyle;  “…Ba­na dü­şen an­cak sabr-ı ce­mîl­dir / güzel bir sabırdır…” dedi.

 

 

Her Hak Sahibine Hakları

Verebilmek (3)

Diğer insanların hakları söz konusu olduğunda şüphesiz, ailenin temeli olan karı kocanın birbirlerine karşı olan hakları özel bir yere sahiptir. Zira huzur, sevgi ve güvenin kaynağı olan ailede eşlerin birbirlerine karşı hakları ve sorumlulukları olduğu, Allah Teâlâ tarafından bildirilmiştir. Bu hakların en önemlilerinden biri, Allah'ın varlığının delillerinden olan sevgi ve merhametin temini, bir diğeri de iyi geçimdir. Allah Resûlü de Veda Hutbesi'nde bu haklar üzerinde özellikle durmuş ve şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Sizin, hanımlarınızın üzerinde haklarınız olduğu gibi, hanımlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin hanımlarınız üzerindeki hakkınız, hanımlarınızın namuslarını muhafaza etmeleri ve hoşlanmadığınız kimsenin evinize girmesine izin vermemeleridir. Dikkat edin! Hanımlarınızın sizin üzerindeki hakkı onların giyim ve gıda ihtiyaçlarını güzelce karşılanmasıdır.”  Ayrıca kadınların özel hakkı olan mehrin erkek tarafından verilmesinin gerekli olduğunu da bildirerek kadınların sosyal haklarının teminat altına alınmasını sağlamıştır. Elbette bu maddî hakların yanı sıra kadınlar saygı ve merhamet görme, bedenen ve ruhen desteklenme, ilgi ve sevgi bulma gibi mânevî haklarına da Peygamberimizin öğretileri ile kavuşmuşlardır.

Ailenin süsü olan çocukların da şüphesiz hakları vardır. Yüce Mevlâ, çocukların doğumdan itibaren bakılıp büyütülme hakkının olduğunu bildirmiştir. Allah Resûlü bir aile reisine, “Çocuğunun senin üzerinde hakkı var.”  buyururken de bunu kastetmiştir. Çocuklar ailedeki kardeşleriyle eşit imkânlara sahip olma, korunup gözetilme, dinî âdâb ve terbiye ile büyütülme hakkına da sahiptirler.

Aile içinde bu haklara sahip olan çocuklar da anne babalarına karşı sorumluluk içinde olurlar. Gerçi Resûl-i Ekrem'in de ifade buyurduğu gibi, “Bir evlâdın anne ve babasının hakkını ödemesi gerçekten zordur.”  Ama yine de Peygamber Efendimiz anne babaya iyilikte bulunmayı ve onlara karşı saygısızlıktan sakınmayı ısrarla tavsiye ederek ebeveynin haklarına dikkat çekmiştir. Çünkü, “Rabbin hoşnutluğu anne babanın hoşnutluğuna, O'nun öfkesi ise anne babanın öfkesine bağlıdır.”

Anne baba dışındaki akraba haklarına da gerekli hassasiyet gösterilmelidir. Çünkü Allah Resûlü bu konuda, “Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse akraba ilişkilerini sürdürsün.”  buyurmuştur. Yine akrabası kendisine iyililik yapmayı kestiği hâlde onlara iyilik yapmaya devam eden kişileri öven ve “Akrabalarla ilişkiyi kesen kimse cennete giremez.”  buyuran Sevgili Peygamberimiz, konunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır.

Kişiye ailesinden sonra en yakın olan komşuların hakları da unutulmamalıdır. Resûlullah (sav), “Allah'a ve âhiret gününe iman eden kişi, komşusuna eziyet etmesin.”  buyurarak bu hakkın Müslüman için vazgeçilmez olduğunu belirtmiştir. Yine Efendimiz, ev veya tarlada komşu olanın, komşunun evi veya tarlasını satın almada öncelik hakkına sahip olduğunu hatırlatırken, komşuluk haklarının izzet ikram ve benzeri durumlarda olduğu gibi alım satım gibi durumlarda da öncelikli olması gerektiğini bildirmekteydi.

 

 

ORUCU BOZAN VE

BOZMAYAN ŞEYLER

Bayanlar gebelik dönemlerinde

oruç tutabilirler mi?

Ramazan orucunu tutmamak için geçerli mazeretlerden biri de gebelik veya çocuk emzirmektir. Gebe veya emzikli olan kadınlar, kendilerine yahut çocuklarına bir zarar gelmesinden korkmaları halinde oruç tutmayabilirler Bunlar bir yönüyle hasta hükmünde oldukları gibi, onlara bu ruhsatı tanıyan hadisler de bulunmaktadır (Nesâî, Sıyâm, 51, 62; İbn Mâce, Sıyâm, 12). Kendisi dayanabilecek ve çocuk da etkilenmeyecek ise hamile ve çocuk emziren anne oruç tutabilir. Bu konuda alanında uzman bir hekime danışılması uygun olur. Hamilelik ve çocuk emzirme gibi meşru sebeplerle oruç tutamayan bayanlar, tutamadıkları bu oruçlarını şartların elverişli olduğu başka zamanlarda kaza ederler (Merğinânî, el-Hidâye, I, 127).

Düşük yapan bir bayan ramazan orucunu nasıl tutar?

El, ayak veya parmak gibi organları belirmiş olan bir bebek düşüren kadından gelen kan, nifas (lohusalık) kanıdır (Merğînânî, el-Hidâye, I, 34; İbn Kudâme, el-Muğnî, ).

Dolayısıyla bu kadın aynen sağ olarak çocuk doğurmuş gibi lohusadır, oruçlu ise orucu bozulmuş olur. Lohusalık kanı devam ettiği sürece de oruç tutamaz. Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise her durumdaki düşük lohusalık sebebidir (Ramlî, Nihâyetü’l-Muhtâc, I, 212; Desûkî, Hâşiye, I, 117).

El ve ayak gibi organlar belirmeden meydana gelmiş düşükten sonra görülen kan istihâza (özür) kanıdır. Bu kan, diğer organlardan gelen kan gibidir. Böyle bir kanın gelmesi ile yalnız abdest bozulur. Devamlı gelirse, özürlü hükmüne geçer ve özür sahiplerine ait olan hükümler bu gibilerde de uygulanır. Bu durumdaki bir kadından namaz sorumluluğu düşmez, orucunu kazaya bırakamaz ve kocasıyla cinsel ilişkide bulunabilir.

 

 

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: