• resmi ilanlar

RAMAZAN SOHBETLERİ

31/05/2017 11:00

Yoksulun Hakkı: ZEKAT

Ziyâd b. Hâris, Yemen'in Sudâ kabilesindendi. Resûlullah'a gelerek biat etmiş, Hz. Peygamber'in kendi kabilesine karşı savaşmak üzere bir ordu göndermek istediğini öğrenmişti. Ordunun gönderilmesine mâni olmak amacıyla: “Ey Allah'ın Resûlü! Orduyu geri çevirirseniz, ben onların hem Müslüman olmalarını hem de size itaat etmelerini sağlayabilirim” dedi. Hz. Peygamber onun bu isteğini kabul etti. O da derhâl akrabalarına bir mektup yazdı. Bir süre sonra, kabilesinden Medine'ye bir heyet geldi. Müslüman olduklarını ve itaat edeceklerini belirterek selâm verdiler. Hz. Peygamber Ziyâd b. Hâris'in bu girişiminden memnun bir şekilde: “Ey Ziyâd! Sudâ kabilesinde sözü dinlenen biri olduğun anlaşılıyor.” diye iltifat etti. “Allah onlara hidayeti nasip etti ve iyilikte bulundu.” cevabını verdi Ziyâd tevazu içinde. Onun bu tavrını daha da beğenen Hz. Peygamber, “Seni onların başına yönetici yapayım mı?” diye sordu. “Evet, beni onların yöneticisi yap.” dedi Ziyâd memnuniyetle.

 

Bunun üzerine Allah Resûlü onu yönetici olarak tayin ettiğini bildirdi ve bunu yazı ile kayıt altına aldı. Ziyâd, Peygamber Efendimizden, kabilesinden alınan zekâttan kendisi için pay istedi. Bu teklifi de kabul edildi.

Resûlullah ile Ziyâd arasında geçen bu olay, bir yolculuk esnasında gerçekleşmişti. Konakladıkları yerde bir şahıs gelerek Allah Resûlü'nden bir şeyler istedi. Kutlu Nebî de, “Kim muhtaç olmadığı hâlde insanlardan bir şey isterse, aldığı şey, ona baş ve karın ağrısı yapar!” buyurdu. Bu defa o şahıs, “Öyleyse bana zekâttan ver!” deyince, Peygamberimiz, “Allah, zekâtların kimlere verileceği hususunda ne bir peygambere ne de bir başkasına yetki verdi ve bizzat kendisi, onları sekiz kısma ayırdı. Eğer sen onlardan birisi isen, vereyim.” buyurdu.

Hz. Peygamber ile bu şahıs arasındaki konuşmayı işiten ve maddî durumu iyi olan Ziyâd, duyduğu bu sözlerden çok etkilendi. Düşündü, taşındı ve sabah olunca Allah Resûlü'nün yanına varıp hem yöneticilikten, hem de zekât almaktan vazgeçtiğini belirtti...

Hz. Peygamber zekât alacak kişilerin bizzat Allah tarafından sekiz sınıf olarak belirlendiğini söylerken, hiç şüphesiz şu âyeti kastetmişti: “Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, miskinlere, zekâtı toplayan memurlara, gönülleri İslâm'a ısındırılacakolanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara, yolda kalmışlara mahsustur. Allah en iyi bilendir, hikmet sahibidir.”

Hz. Peygamber zekâtın zenginlerden alınıp, fakirlere verilmesi gereken bir mal olduğunu belirtmişti. Böylece yetkili kişiler öncelikle fakirleri tespit edecek ve onlara gerekli yardımları ulaştıracaktı. İlgili âyette fakirlerin yanı sıra bir de 'miskinler'den bahsedilmekteydi. Allah'ın Son Elçisi buna da şöyle açıklık getirmişti: “(Kendisine zekât verilecek olan) miskin, ihtiyacını bir iki hurma veya bir iki lokmanın giderebileceği kişi değildir. Asıl miskin, (maddî imkânı olmadığı hâlde onurundan dolayı)istemekten kaçınan kişidir. Dilerseniz (bu konuda) '...İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler...' âyetini  okuyun!”  Buna göre, tabiî ve zarurî ihtiyaçlarını karşılayamayan, bakmakla yükümlü olduğu kişileri geçindirecek kadar geliri olmayan bütün yoksullar fakir ve miskin sınıfına girmektedir. Ama bunların içinde öyleleri vardı ki, yoksul olduklarını kimseye bildiremeyecek kadar iffetliydiler. Bu nedenle de sokaklarda bir iki lokma için dilencilik yapmazlardı. Dolayısıyla Rahmet Elçisi, zekât verilirken böyle gerçek muhtaçların araştırılıp tespit edilmesini istemişti.

Hz. Peygamber'in Veda haccını yaptığı günlerdi. Zekât taksimi yaparken, çalışabilecek derecede gücü kuvveti yerinde iki adam gelerek, kendilerine zekât verilmesini istediler. Peygamber Efendimiz başını kaldırıp istek sahiplerinin yüzüne baktıktan sonra, “İsterseniz size zekât verebilirim. Ancak, zengin ve çalışmaya gücü yetenlerin zekâtta payı yoktur.” demişti. Böylece, Kutlu Resûl, çalışma imkânı olduğu hâlde tembellik edenlerin, zekât alamayacaklarını belirtiyordu. Ancak gücü yettiği hâlde iş bulamayanların bu insanlardan sayılamayacağı da açıktı.

Zekât verilecek borçlulara gelince, onlar, temel ihtiyaçları dışında borçlarını ödeyebilecek malı olmayan kimselerdir. Varlıklı olup, malını mülkünü daha da artırmak için borçlanan kimseler bu kapsamın dışındadır. Zira böyle kimselere verilecek zekât, ihtiyaç sahiplerinin bu paydan mahrum olmasına neden olacaktır. Ancak, maddî durumu iyi iken, aniden iflas etme, beklenmedik bir sıkıntı sonucu borçlanma, birilerine yardım edeyim derken borç altına girme gibi geçici durumlarda borçlananlara da zekât verilebilecektir. Nitekim bir anlaşmazlığı gidermek amacıyla kefil olan sahâbeden Kabîsa b. Muhârik de Hz. Peygamber'e gelip borcunu ödeyebilmesi için yardım talep etmişti. Resûlullah (sav), biraz beklemesini, zekât geldiği takdirde kendisine verilmesini emredeceğini söylemiş, ardından dakefalet altına girip ödeyemeyenlerin, başına gelen bir afet sebebiyle bütün mal varlığını kaybedenlerin ve sözüne güvenilir üç kişi tarafından fakir olduğuna tanıklık edilen kişilerin, sıkıntılarından kurtuluncaya kadar açıkça yardım talep etmelerinde bir sakınca bulunmadığını ifade etmiştir. Buradan özellikle çeşitli felâketlere uğrayıp borçlanan kimselerin normal geçim standardına erişinceye kadar zekât mallarından istifade edebilecekleri anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Resûlullah (sav) kimin tarafından öldürüldüğü kesin olarak bilinmeyen fakat insanların birbirlerini itham ettikleri bir olayda, herhangi bir husumetin ortaya çıkmasını engellemek amacıyla da maktulün diyetini zekât için ayrılan develerden karşılamıştır.

Hz. Peygamber'in, sırf kalplerini İslâm'a ısındırmak amacıyla, küfürden yeni kurtulmuş kişilere zekâttan daha çok pay verdiği de oluyordu. Bu kişiler arasında ilk etapta sadece dünyalık bir şeyler elde edebilmek gayesiyle Müslüman olanlar bile vardı. Ancak daha akşam olmadan onlar için İslâm, bütün dünya ve içindekilerden daha sevimli hâle geliyordu.

Hz. Peygamber ve onun güzîde ashâbı, zekât taksiminde, âyet-i kerimede, “fî sebîlillâh/Allah yolundakiler” şeklinde genel bir ifade ile belirtilen diğer hak sahiplerini de gözetiyorlardı. Bu, öncelikle Allah yolunda cihad edenlere teçhizat temini, şehitlerin ailelerinin bakımı şeklinde anlaşılmakla birlikte, yerel ihtiyaçlara göre de değerlendirilebiliyordu. Örneğin; Hz. Peygamber'in amcasının oğlu İbn Abbâs (ra), malının zekâtıyla köle azat ettiği gibi, fakirlerin hac yapabilmelerine de imkân sağlıyordu. Sahâbeden Ebû'l-Âs el-Huzâî de Hz. Peygamber'in, kendilerini, hac farizasını yerine getirmek üzere zekât develerine bindirdiğini anlatmıştı. Bu uygulamalar ışığında, “fî sebîlillâh” kavramı ile, müminlere günün şartlarına göre zekâtı daha faydalı bir şekilde harcama imkânı verildiği anlaşılmaktadır. Böylece yardım yapılabilecek yerler ihtiyaçlara göre genişletilip birçok hayır işlerini kapsayacak şekilde dağıtım yapılabilecektir.

 

 

Her Hak Sahibine Hakları Verebilmek (3)

“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”  âyetinde de dikkat çekildiği üzere ibadet, insanın varlık sebebidir. Buna rağmen Allah Resûlü, böylesine önemli olan ibadetin, belirli ve insanın gücüne göre tespit edilmiş ölçüler içinde yerine getirilmesini istemiştir. Bu şekilde, ferde verilen sorumluluklara bir sınırlama getirilerek, insanın yaratılış gayesi olan kullukla beraber temel haklardan feragat edilemeyeceğine ve hakların özünün korunması gerektiğine işaret edilmiştir.

İslâm'a göre din, ırk, cinsiyet ve millet farkı gözetmeksizin her insanın doğuştan sahip olduğu en önemli hakkı şüphesiz ki hayat hakkıdır. Aslında bu hak, daha ana rahminde “canlı bir organizma” denilecek aşamada başlar. Tıbben herhangi bir zorunluluk olmadıkça, o ceninin de hayat hakkı vardır ve kürtaj gibi dışarıdan bir müdahale ile onun yaşama hakkı engellenemez. Sonra insan, doğumundan itibaren, bu hayata gözünü açar açmaz iyi bir bakım, güzel bir isim, terbiye, kendisine miras olarak intikal eden malların korunması gibi çeşitli haklara sahip olur. Bu ilk adımında insan, her bakımdan alıcı konumundadır. Zira sorumlu/yükümlü olabilmesi için akıllı ve ergin olması gerekir. Kişi, çocukluk dönemini atlatıp iyi ile kötüyü, kâr ile zararı birbirinden ayırabildiği yaşa ulaştığı zaman, haklarıyla birlikte bütün sorumluluklarını da yerine getirmeye başlar. Bu duruma geldiğinde ise insanın, hak ve sorumluluklardan birini yerine getirip diğerini ihmal etmemesi gerekir

Allah Teâlâ, “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır.”  buyurarak bu hakkın her şeyden önce gelen temel haklardan olduğunu bildirmiştir.

Hayat hakkı yanında, mal mülk gibi maddî değerlerin; izzet, şeref ve namus gibi kişilik değerlerinin korunması da temel haklardandır. Nitekim Hz. Peygamber bütün insanlığa hitaben şöyle buyurur: “(Ey insanlar!) Bu (Zilhicce) ayınızda, bu (Mekke) şehrinizde, bu (arefe) gününüz nasıl saygın ise, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (şeref ve namuslarınız) da aynı şekilde saygın (dokunulmaz)dır.”

Bilinçli bir Müslüman için hak, her yerde ve her zaman arzulanan, ihlâli karşısında ise savunulması gereken bir temel değerdir. Allah Resûlü, zalim yöneticiye karşı hakkı söylemeyi, en faziletli cihad olarak nitelemiştir. Bu yüzdendir ki hakkın muhafazası adına Müslümanlar, gerektiğinde canlarını ve mallarını ortaya koymaktan çekinmezler. İslâm, gerek Allah'ın gerekse insanın haklarına o kadar önem vermiştir ki bu uğurda gösterilecek her türlü çabayı övmüş; can, mal, aile ve din gibi değerleri savunma uğrunda hayatını kaybeden kişiyi şehit kabul etmiştir. Peygamber Efendimizin belirttiğine göre, sabrederek, ecrini Allah'tan umarak, savaş meydanından kaçmaksızın ileri atılarak cihad eden kimse şehid olduğunda Allah Teâlâ tarafından günahları bağışlansa da üzerinde kul hakkı olması hâlinde bu borç affolunmaz. Dolayısıyla kişi bir başkasının hakkını ödemediği sürece tam olarak arınamaz.

Bir gün, Yahudi olduğu söylenen bir adam, Peygamber Efendimize borç verdiği deveyi kaba bir tavırla ister. Onun bu tavrını beğenmeyen ashâbdan bazıları onu paylamak isterler. Ancak Kutlu Nebî, “Hak sahibinin, söz söyleme hakkı vardır.”  buyurarak adamın bu tavrını anlayışla karşılar ve ashâbının ona karşı koymasını da engeller.

 

 

ZERRELERİN BÜYÜK HESABI

Âyet-i kerîmede buyrulur: “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfâ­tını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezâsını görecektir.” (ez-Zilzâl, 7-8)

Demek ki ilâhî mizanda zerreler bile hesâb edilecek. Zerre ise kuyumcunun hassas terazisiyle ölçülür, oduncu kantarıyla değil.

Kimi zaman terazinin bir kefesini diğerine ağır bastıran, küçücük bir zerredir. Bu yüzden hiçbir sevap da hiçbir günah da küçük veya ehemmiyetsiz görülmemelidir. Nitekim Allâh’ın rahmeti de gazabı da, bâzen büyük, bâzen vasat, bâzense küçük gibi görünen bir hususta tecellî eder.

Tâbiînden Bilâl bin Sa‘d -rahmetullâhi aleyh-’in şu îkâzı, ne kadar da mânidardır:

“Günahın küçüklüğüne bakma! Fakat kime isyan ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak!”

Gönlü Allah korkusu ve muhabbetiyle dipdiri bir mü’minin nazarında, en küçük günahlar bile, alev alev yanan birer kor parçasından farksızdır. Bu sebeple sâlih kullar, değil günahlara dalmak, günah işlenen yerlerden geçmek bile istemezler. Zira o mekânların kasveti, onlara büyük bir iç sıkıntısı verir. Bunun aksine, Hak’tan uzak, gâfil bir insan ise, en ağır cürümleri işlese bile, kalbinde en hafif bir sıkıntı duymaz. Hattâ günahlar ona tatlı bir mûsikî gibi hoş gelir. Zira onun kalp âlemi bütün hassâsiyetini yitirmiş, günahların ıztırâbıyla feryâd etmesi gereken hissiyâtı, du­mû­ra uğramıştır.

Abdullah ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, takvâ ehli bir mü’minle gâfil bir kimsenin günahlara bakışlarındaki hassâsiyet farkını şöyle dile getirmiştir:

“Mü’min, günâhını, altında oturduğu ve sanki her ân üzerine düşme tehlikesi olan bir dağ gibi görür. Bu koca dağ üzerime düşer mi, diye korkar durur. Fâcir ise, günahını burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.” (Buhârî, Deavât, 4; Müslim, Tevbe, 3)

Kâmil mü’minlerin günahlardan sakınma hususundaki hassâsiye­ti, sevap kazanma iştiyâkında da kendini gösterir. Zira onlar, kıyâmet günü insanın en küçük bir hayra bile muhtaç olacağı şuuruyla, gayretlerini her an daha da artırmaya çalışırlar.

En küçük amellerin bile kıyâmette ne kadar büyük bir kıymet kazanacağını Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle haber vermişlerdir:

“Kıyâmet günü insanlar saf saf dizilirler. Derken cehennem ehlinden bir kişi, cennet ehlinden birine rastlar ve:

«–Ey filân! Hatırladın mı, sen su istemiştin de ben sana bir içimlik su vermiştim?» der. Mü’min de o kimseye şefaat eder.

(Cehennemlik olan bir başka) kimse, cennetlik olan birinin yanına varır ve ona:

«–Hatırlıyor musun, sana bir gün abdest suyu vermiştim?» diye (şefaat ister. O da hatırlar) ve ona şefaat eder.

Yine cehennemlik olanlardan biri, cennetlik birisine:

«–Ey filân! Beni şöyle şöyle bir işe gönderdiğin günü hatırlıyor musun? Ben de o gün senin için gitmiştim.» der. Cennetlik olan kimse de ona şefaat eder.” (İbn-i Mâce, Edeb, 8)

Tabiî ki mü’minlerin bu şefaati, Cenâb-ı Hakk’ın irâde ve iznine bağlıdır. O dilerse affeder, dilemezse affetmez.

Dolayısıyla âhiret hayatında hangi amelin kurtuluş vesîlesi olacağı bilinemez. Bu sebeple büyük-küçük demeden her sâlih amele koşmalı, zamanı en verimli şekilde değerlendirmeli ve dünyadayken Allah için yorulmayı en büyük zevk, lezzet ve nîmet telâkkî etmeliyiz.

 

ORUCU BOZAN VE BOZMAYAN ŞEYLER

Damardan verilen radyoaktif madde orucu bozar mı?

Bazı hastalıkların teşhisi amacıyla hastalara damar yoluyla besleyici niteliği olmayan radyoaktif maddenin verilmesi orucu bozmaz. Bu şekilde verilen söz konusu madde besleyici ve vücudu kuvvetlendirici mahiyet taşımamaktadır.

Saç bakımı ve saç boyama orucu bozar mı?

Oruç, bir şey yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktan dolayı bozulur. Saç boyamak ve saç bakımı bunların kapsamında olmadığından orucu bozmaz.

 

 

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: