• resmi ilanlar

CUMA SOHBETLERİ

14/01/2016 11:00

Bolu İl Müftülüğü vaizlerinden Harun Bakan ve Kadir Öztürk'ün hazırladığı ‘Cuma Sohbetleri'nin bu haftaki bölümü Bolu Express'te

ALLAH KORKUSUNUN TOPLUM HAYATINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ

 

     Yüce Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

 

     “Ey İman Edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarın için göndermiş olduğuna baksın. Hem Allah ’tan korkun; çünkü bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”  (Haşr Suresi – 18. Ayet)

     Allah’tan gerçek manada ve hakkıyla korkmak, insanı dünya ve ahiret saadetine kavuşturur. Allah korkusu her türlü iyiliğin, faziletin, hikmet ve adaletin başıdır, kaynağıdır.

     Unutmamak gerekir ki, Allah korkusu iman ve ilim derecesidir. Bu bakımdan Allah’tan en çok korkanlar imanı son derece kuvvetli olanlar ve âlimlerdir. Bunun dışında kalanlar ise imanları ve ilimlerinin derecesi ölçüsünde Allah’tan korkarlar.

     Allah’tan korkun. O’na ibadet ve itaat edin. Herkes yarın için, kıyamet günü için yaptığı amellerine baksın. İyi biliniz ki, Allah, herkesin yaptığı hayır ve şer ne varsa hepsini biliyor.

     Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayet, bu konu ile ilgili ifadelerle dolu... Bu korkunun esası: Allah’ın her şeyi bildiği, gördüğü, duyduğu ve bir gün bunların hesabını soracağı esasına dayanır. Yapılan hiçbir iyilik veya kötülüğün zayi olmayacağı, hiçbir mücrimin hesap ve cezadan kurtulma şansının bulunmayışı, Allah’ın azabının çetin ve önüne geçilmez oluşu, bu korkuyu meydana getirir.

     Gerçekten ahlakı yükselten, insanı faziletin zirvesine ulaştıran Allah korkusudur. Allah korkusu diğer korkulardan hiçbirine benzemez.

 

     Din Psikolojisi’nde Korku İki Kısma Ayrılır:

 

     1. İnsanı korktuğu varlıktan uzaklaştırır. Mesela: Issız bir ormanda yalnız başına kalan bir insan, yırtıcı ve vahşi hayvanlardan korkmaya başlar. Bunun için de ormandan bir an evvel uzaklaşmak, kaçıp kurtulmak ister. Kurtuluşu korktuklarından kaçmakla bulur. Öyle kabul eder.

     2. İnsanı korktuğu şeye yaklaştıran korkudur: Mesela: Bir çocuk hata yapar, hata nedeniyle de anasından, babasından korkar. Babasının hiddet tokadını yemiş olsa bile, yine kendisini babasının şefkat ve merhametle dolu olan kucağına atar. Selameti orada bulur. Yani kurtuluşu korktuğu babasından kaçıp uzaklaşmakta değil, babasına yaklaşmakta, onun merhamet kucağına sığınmakta bulur.

     Bunun gibi Allah’tan gerçek anlamda korkan insan da Allah’tan korkmakla O’nun merhametine sığınacak ve emirlerine teslim olacaktır.

     Allah korkusunu, korktuğuna yaklaşma anlamında alacağız. Bir insan için en büyük saadet, Rabbinin hiddet tokadını yiyince, O’nun şefkat ve merhametine sığınmada ve emirlerine teslimiyettedir.

     Aslında Allah korkusu; Allah’a karşı hürmet ve tazim manasınadır. Bir kimsenin düşmanından hissettiği korku manasına değildir. Allah korkusu, Allah’ın emirlerine itaat, nehiylerinden çekinmek şeklinde tecelli ederse makbuldür. Allah korkusunun da, Allah sevgisinin de bir başka yoldan izahı yoktur.

     Allah korkusu ile Allah’a ve Rasülü (SAV)’e itaat birbiri ile aynı ölçüde artar ve eksilir. Korku ne derece ise itaat da o derece olur. Allah’tan korktuğunu veya Allah’ı sevdiğini iddia eden fakat O’na isyan halinde bulunan, isyanda devam eden kimsenin iddiasına itibar edilmez.

     Kur’an-ı Kerim’de Lokman (AS)’ın oğluna yaptığı nasihat anlatılır. Hazret-i Lokman, Allah korkusunu anlatırken der ki:

      “Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Lokman Suresi – 16. Ayet)

 

     Bilmek ve tanımak sevgiye, sevgi ise hakiki bir imana bağlıdır. Hakiki iman sahibi ise, Rabbinin sevgisini kaybetmekten korkar. İşte Allah’ın korkusunu bu seviyeye vardırmak lâzımdır. Zira bunun özünde Allah’a âşık olmak vardır. Allah’a aşk ve muhabbetle, gönülden gönüle gelen sevgiyle ve istekle yapılan ibadet ise, O’nun gazabından ve azabından korkuyla yapılan ibadetten daha kıymetlidir.

     Allah korkusunu gönlünde taşıdığını ifade eden bir mümin, Allah’ın huzurunda haftadan haftaya, aydan aya da bayramdan bayrama alnını secdeye koyuyorsa, kendini yalanlamış olur.

     Allah’ı hatırlamanın ve O’ndan korkmanın en büyük alameti namaz kılmaktır. Beş vakit namaz mümine kesinlikle farzdır. Hac ve zekât zenginlik olursa farzdır ama namaz, hiçbir şart aranmaksızın müslüman, akıl-baliğ erkek ve kadına kılınması farz olan en büyük ibadettir.

     Günde beş defa yüce Mevlamızın huzurunda durup hesaba çekildiğimizi düşünmek, insanı ne denli büyük kazançlara ulaştırır. Allah’tan korkusu onu eritir, “yarın nasıl hesap vereceğim” diye düşündürür. Harama el uzatmak, haktan ayrılmaz, herkese yardım eder.

 

Allah’tan Hakkıyla Korkan

 

     Yüce Rabbimiz bir ayet-i kerimelerinde şöyle buyuruyor:  “Allah ’ın kulları içinde O’ndan hakkıyla korkanlar, âlimlerdir.” (Fatır Suresi – 28. Ayet)

     Âlimler, Allah’ı bilen ve O’na tazimde bulunarak saygı besleyenlerdir.

     Bir hadiste Hz Peygamber (SAV) şöyle buyurur: “Rütbelerin en yükseği ilim mertebesidir.”

     Ayette bahsi geçen ilim, imanla birleşen ilimdir. Çünkü iman ahiret hayatını da garanti altına alır; imansız ilim ise insanlara sadece geçici dünya faydaları sağlar.

     Böyle bir iman ve korku, insanı bütün fenalıklardan uzaklaştırıp, üstün meziyetlere sahip kılar. Allah korkusu, insanı olgunlaştırır, kemale erdirir. Nefsin esaretinden, şeytanın tuzağından kurtarır.

 

Gerçek Korku

 

     Allah’tan hakkıyla ve gerçek manada korkmamız istenmekte ve hatta emredilmektedir. Şöyle ki Cenâb-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:

     “Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa (lâzımsa) öylece korkunuz ve ancak Müslümanlar olarak can veriniz.”  (Âli – İmran Suresi – 102. Ayet)

     Müfessirlere göre “Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkma”nın anlamı, Müslümanın, bütün varlığı ile Allah’ın emirlerini yerine getirmeye ve yasaklarından kaçınmaya çalışmasıdır. Nitekim Abdullah b. Mes’ud (RA) ayetin bu kısmını şöyle açıklamıştır:

     “O’na asi olmayıp itaat etmek, nankör olmayıp şükretmek ve O’nu unutmaksızın hep hatırda tutmak.”

     Allah’tan hakkıyla korkmak Bakara Suresinin 2. ayetinde açıklandığı gibi, “takva mertebelerinin en mükemmelidir” ki, iki mana ile düşünülür:

1-) Birincisi: Her yönden Allah’a itaat edip, hiç isyan etmemek, daima zikir (Allah’ı anma) üzere bulunup, hiç unutmamak ve her halde şükredip hiçbir nankörlüğe düşmemektir ki, ilâhi şan ve büyüklüğe lâyık olmak manasına “Hak takva” demektir.

2-) İkincisi: Allah yolunda hakkıyla, gücünün yettiği kadar gayret etmek ve bu konuda hiç kimsenin kınamasından korkmamak, hatta anası, babası veya kendi aleyhinde bile olsa Allah için adalet ve doğruluktan ayrılmamaktır ki, bu hak vücub (lüzumlu, gerekli) ve sabit olmak manasınadır.

     Merhum Mehmet Akif ERSOY da, fazilet hissinin kaynağını bakın ne güzel ifade etmiş:

     “Ne irfandır veren ahlâka, ne vicdandır;

       Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”

Harun BAKAN

                                                                                                                            Bolu İl Vaizi

 

  BİR MİSAL:

 

            Hz. Ömer (RA), Muaz b. Cebel’i tahsilâta göndermişti. Dönüşte evine hediyesiz geldiği için, hanımı sordu: “Hani tahsil ettiğin şeylerden bir miktar olsun bize getirmedi mi?”

 

Hz. Muaz hanımına şöyle cevap verir: “Bir şey alamadım, zaten alamazdım da. Çünkü yanımda bir murakıp vardı.”

Kadın buna fena halde kızdı ve içerledi: “Ya! Öyle mi? Sana Peygamber (sav) güvenirdi. Hz. Ebu Bekir (r.a) da güvenirdi. Demek Hz. Ömer (r.a) güvenmedi de yanına murakıp görevlendirdi.” Dedi. Ve Muaz (ra)’ın hanımı, Muaz bin Cebel (r.a)’ın evde olmadığı bir zaman Hz. Ömer (r.a)’ın evine koştu. Hz. Ömer (ra)’ı evde bulamayınca durumu hanımına anlattı. Kocasına Hz. Ömer (r.a)’ın güvenmediğini, yanına bir murakıp görevlendirdiğini, bunun için de üzüntü ve teessürlerini bildirdi.

 

Hz. Ömer (r.a) eve dönünce hanımı olup bitenleri, Hz. Muaz (r.a)’ın hanımının dediklerini bir bir anlattı.

 

Hz. Ömer (r.a) düşündü, kendisinin murakıp görevlendirmediğini ve Muaz (r.a)’ın da yalan söylemeyeceğini bildiği için hayretler içinde kaldı. Hz. Muaz (r.a)’ı huzuruna çağırttı ve kendisine sordu:

“Ya Muaz; bilirim ki, sen yalan söylemezsin. Hâlbuki ben seninle bir murakıp da göndermemiştim. Nasıl oluyor da böyle söylüyorsun?” Bunun üzerine Hz. Muaz (r.a.):

“Ya Emire’l-Mü’minin! Beni murakabe eden; seni senden, beni benden daha iyi bilen Allah ’tır (cc)” dedi. Hz. Ömer (r.a) bu cevaptan çok memnun kaldı ve çok hoşlandı.

 

 

Sorularla Dinimizi Öğreniyoruz

 

Esmâ-i Hüsnâ” ne demektir?

İsmin çoğulu olan esmâ kelimesi ile, “en güzel” anlamındaki hüsnâ kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan esmâ-i Hüsnâ, “en güzel isimler” anlamında yüce 69

 

Allah’ın bütün isimleri için kullanılan bir terimdir. Kur’an-ı Kerimde “Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O’na mahsustur.” (Tâhâ, 20/8), “En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şanını yüceltmektedirler. O galiptir, hikmet sahibidir.” (Haşr 52/24) meâlindeki âyetlerde de ifade edildiği gibi en güzel isimler Allah’a mahsustur. Çünkü bütün kemal ve yetkinliklerin sahibi O’dur. O’nun isimleri en yüce ve mutlak üstünlük ifade eden kutsal kavramlardır. Allah’ın isimlerine esmâ-i ilâhiyye de denilir.

Allah Teâlâ’nın Kur’an’da ve sahih hadislerde geçen pek çok ismi vardır. Kul bu isimleri öğrenerek Allah’ı tanır, O’nu sever ve gerçek kul olur. Kur’an’da “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin.” (A`râf, 7/180) buyrularak, esmâ-i hüsnâ ile dua ve niyazda bulunulması emredilmiştir. Esmâ-i hüsnânın birden fazla olması, işaret ettiği zâtın birden çok olmasını gerektirmez, bütün isimler o tek zâta delâlet ederler: “De ki: İster Allah deyin, ister Rahmân deyin, hangisini deseniz olur.” (İsrâ, 17/110)

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde, yüce Allah’ın 99 isminden söz ederek bu isimleri sayan ve ezberleyen kimselerin cennete gireceğini haber vermiştir (Buhârî, Da`avât, 68; Tevhîd, 12; Müslim, Zikr, 2; Tirmizî, Da`avât, 82). Hadislerde geçen “saymak” (ihsâ) ve “ezberlemek” (hıfz) ile maksat Allah’ı güzel isimleriyle tanımak ve O’na iman, ibadet ve itaat etmektir. Allah’ın isim ve sıfatları 99 isimden ibaret değildir. Allah’ın âyet ve hadislerde geçen başka isimleri de vardır. Hadiste 99 sayısının zikredilmesi, sınırlama anlamına değil, bu isimlerin Allah’ın en meşhur isimleri olması sebebiyledir.

 

Çocuklara Allah’ın isimleri konabilir mi?

 

Bir anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi ona güzel isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadisinde insanların kıyamet günü isimleri ile çağırılacağını belirterek “çocuklarınıza güzel isim koyunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 69) buyurmuştur. Çocuklara Allah’ın isimlerini vermeye gelince, hemen belirtmek gerekir ki Allah’a has isimler çocuklara verilmemelidir. Şayet çocuklara ilahî isimler verilecekse başına “kul” anlamına gelen “abd” kelimesi eklenmelidir. Abdullah, AbdurRahman, Abdurrahim, Abdulkadir, Abdüllatif gibi.

 

444 veya 4444 gibi belli sayıda dua yapma uygulamasının dini bir dayanağı var mıdır?

Duaların kabulü için samimiyet önemli olup, belirli sayılarda okunması/yapılması şart değildir (Mü’min, 40/65; Tirmizî, Deavât, 66). Salât-ı tefriciyenin ya da herhangi bir duanın 4444 defa veya belli zamanlarda okunması şart olmadığı gibi okunduğunda muhakkak kabul olunacağını ifade eden herhangi bir ayet ve hadis bulunmamaktadır. Kişinin, bir isteğinin yerine gelmesini Allah’tan isteyeceği vakit, iki rekât namaz kılması (İbn Mâce, Dua, 13), Allah’a hamd edip Hz. Peygamber (s.a.s.)’e salât-u selamda bulunması (Ebû Dâvud, Salât, 358), duadan önce tevbe-istiğfar etmesi tavsiye edilir (Müslim, Zekât, 19).

 

Duâda ellerin durumu nasıl olmalıdır? Duadan sonra elleri yüze sürmenin dayanağı var mıdır?

 

Dua sırasında avuçlar yukarıya gelecek şekilde elleri açık tutmak, istek ve niyazın anlamına uygun bir haldir. Ellerin yukarıya, göğe doğru kaldırılması Allah’ın gökte, belli bir mekânda oluşundan değil, göklerin yücelik ve azameti temsil etmesi sebebiyledir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) dua ederken bazen koltuklarının beyazlığı görünecek kadar ellerini kaldırırdı (Buhârî, Deavât, 23). Hz. Peygamber (s.a.s.) buyuruyor ki; “Allah’a avuçlarınızı yukarıya getirerek dua edin, ellerinizin tersini değil. Duayı bitirdiğiniz zaman da ellerinizi yüzünüze sürün.” (Ebû Dâvûd, Salât, 358). Ancak, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, bela ve musibetler sırasında dua ederken avuçları yere bakacak şekilde dua ettiği de rivayet edilmiştir.

 

Rasûlüllah’ın ellerini kaldırmadan da dua ettiği rivayet edilmiştir.

Dua sırasında normal olarak omuz hizasına kadar kaldırılan ellerin (Buhârî, Deavât, 50) arası normal aralıkta tutulur. “Hz. Peygamber (s.a.s.) dua sırasında ellerini bir araya getirdi.” şeklindeki rivayet, “ellerini bir hizada tuttu; biri aşağıda, biri yukarıda değildi.” şeklinde yorumlanmıştır (Tahtâvî, Hâşiye ala Merâki’l-Felâh, Beyrut 1997, I, 214).

 

 

Namazlardan sonra veya başka zamanlarda dua ederken elleri yüze sürmek, duada el kaldırıldığında sünnettir (Ebû Dâvûd, Salât, 358; Edeb 107). El kaldırmadan dua edildiği zaman, ellerin yüze sürülmesi gerekmez (Tahtâvî, Hâşiye ala Merâki’l-Felâh, I, 318).

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: