• resmi ilanlar

Oruçlu iken kan vermek ve vücuda kan almak orucu bozar mı?

16/07/2013 00:00

Kan vermenin orucu bozup bozmaması ile ilgili olarak birbirine zıt iki rivayet vardır. Bunlardan birine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) “Hacamat yapanın ve yaptıranın (vücuttan tedavi maksadıyla kan alanın ve aynı amaçla vücudundan kan aldıranın) orucu bozulur.” (Ebu Davud, Savm, 28) buyurmuştur. Öte yandan Rasulüllah’ın (s.a.s.) oruçlu iken hacamat yaptırdığı rivayet edilmiştir (Buhari, Savm, 32; Ebu Davud, Savm, 29). Bu iki hadisi birlikte değerlendiren bilginlerin çoğu, birinci hadisi “Hacamat yapanın kanı özel alet ile emerken ağzına kaçırabileceği, hacamat yaptıran ise kan verdiği için zayıf düşerek hasta olabileceği için oruçları bozulma tehlikesi ile karşı karşıya kalır.” şeklinde yorumlamış ve ikinci hadisi esas alarak kan vermenin orucu bozmayacağı sonucuna varmışladır. Buna göre, Ramazanda oruçlu iken kan verenin orucu bozulmaz (İbn Kudame, el-Muğni, III, 36). Vücuda kan almak ise, beslenme, gıda alma kapsamına girdiği için orucu bozar.

TEVHİD FELSEFESİ BAĞLAMINDA İNANÇ VE TOPLUM

Dr. Halil TAŞPINAR

MÜFTÜ YARDIMCISI

 

İnanç ve toplum bir birine girift iki mefhumdur. Toplum inançsız olamaz, olmak şöyle dursun inançsız olarak yaşayamaz. İnanç, bir toplumun hayat damarlarından biridir. Hayat damarı kesildiğinde insanın yaşayıp yaşamaması nasıl söz konusu oluyorsa, işte inanç da böyledir. İnançsız insan, onun oluşturduğu toplum yaşayamaz.

Toplum bir takım ekonomik sıkıntılar, iktisadî krizler, sosyal bunalımlar geçirebilir. Geçici olan bu hadiseler nihayetinde atlatabilir ve sonunda bunalımlardan kurutularak felaha erilebilir. Ama insanın inançsız bir yaşam sürmesi ve geçirmesi atlatılamaz. Zira insan inançsız olamaz. İnançsız bir varlık olarak yaşayamaz. Şu da bir gerçektir ki, mutlak manada bir inançsızlık yoktur. Çünkü inanma duygusu insanın fıtratında vardır ve  insan inanmak zorundadır. Toplum için de bu durum kabul edilemez bir gerçektir. Tarih boyunca inançsız bir toplum görülmemiştir. İlk insandan günümüze kadar süren insanlık tarihinde meydana gelen toplumların her birinin birer inanç fenomenleri bulunmaktadır. Çağlar boyu süren bu süreçteki durumu yakînen görmemiz mümkündür. Âdem’le oluşan insanlık, Nuh’la bir kavmiyete, İbrahim’le millete dönüşmüştür. Bu  oluşumu sağlayan peygamberler birer sosyal yapı meydana getirmişlerdir ki, hepsinin temelindeki akide ve inanç, bir zincirin aynı olan bir halkalarının devamı niteliğindedirler. Bunlar hiç şekilde değişmemiştir. Diğer taraftan insanı mutlak hakikate götürücü birer elçi olarak gönderilen peygamberlerin getirdikleri inanç/itikad, peygambersiz geçen bir dönem olmamış, ancak bu  geçen zaman dilimi içerisinde bir takım oluşumların meydana gelmesi ve toplulukların başka başka varlıklara tapındığını görebiliriz. Ama asgari nokta toplumların bir inançta birleşmelerinin oluşmasıdır. Zira batıl da olsa inançsız bir zaman dili geçirilmemiştir.

            Belki inançsızlık fert için düşünülse bile, toplumun temelinde inançsızlığı görmemizi bir tarafa bırakalım aklımıza bile getirmemiz olası değildir. Çünkü kutsal öğretide/Kur’ân’da “Milleti İbrahim’den” bahsetmektedir ki, bu “İbrahim’in dini, akidesi, inancı üzereyiz” demektir. Günümüzde toplum karşılığı olarak kullanılan “Millet” kelimesi, asıl olarak din ve inanç bütünlüğü anlamına gelmektedir. Bu da bize toplumun temelinin inançla örülmüş olduğunun apaçık bir göstergesidir.

            Mutlak Bir’e/Tevhîd’e inanmayan bir toplum asliyetine zıt harekette bulunmuş demektir. Mutlak hakikatlere bağlı olanlar saadet ve selamette kalmışlardır. İşte örnek olarak İspanya’daki Endülüs Emevi Devleti, Roma, Bizans, İran ve daha sayamadığımız  pek çok devletki, bunların hepsi inançtan ve ahlâkî değerlerden ayrıldıkları için tarih sahnesinden silinmişlerdir. O halde topluma inanç nereden gelmektedir. Evet toplumu oluşturan insandır. İnsanın ise, fıtratında bir varlığa inanması ve varlığını kabul etmesi mevcuttur. Ayrıca insan akıl ile donatılmıştır. Akıl başka bir varlıkta bulunmaz, yalnız insana verilmiş bir nimettir, şereftir. İnsana verilen bu akıl sayesinde en güzel bir biçimde yaratılmışlığından bahsedilmektedir. Akıl, Allah’ın varlığını bulabilir. Ancak ortaçağ filozoflarından birisi: “Bana filozofların bildirdiği Allah değil, Peygamberlerin öğrettiği lazımdır.” diyerek mutlak varlığın tanınmasını ortaya koymuştur. Diğer taraftan; Allah’ın gönderdiği peygamberler sayesinde insan gerçekleri bulmuştur. Ayrıca Âdem’e eşyanın isimleri öğretildikten sonra insan meleklerden üstün bir konuma gelmiş bulunmaktadır.

            İnsan Mutlak Bir’e/Tevhîd’e yönelmediği zaman iki cami arasında kalmış bînamaza döner. Ayrıca  bir toplumda batıl inançlar, hurafeler ve bid’atler varsa, gerçek inançla bunların bir arada bulunması da  mümkün değildir. Zira toplum kendi içerisinde bulunan bu batıl inanç ve hurafeleri mutlak inanca ters düştüğü için tecrit etme, ayıklama durumundadır. Yani bozuk ve batıl inançlardan, hurafe ile bid’atlerden kurtulmak zorundadır.

            İşte çağımızda bir takım gerçekleri müşahede ettiğimizde ortaya çıkan manzara pek iç açıcı değildir. İnsanların yaşadıkları hayatla, Mutlak hakikat ve doğrular arasında tezatlar bulunmaktadır. İnsanlık inançsızlığa doğru gitmekte ya da ataizme doğru kaymaktadır. Bütün bunlar inançsızlığın meyveleridir. Evet toplumu fertler oluşturmaktadır. Fertler inançsız olursa, toplum da inançsızlığa doğru sürüklenir. Mutluluk, insanın Mutlak bir karşısında almış olduğu tavırlarla, ona olan teslimiyetiyle oluşmaktadır. Artık inançsız yaşamanın zamanı geçmiştir. Ruhlarımızı, mutlak gerçekleri ortaya koyan peygamberlerin soluğu ile doldurmanın zamanı gelmiş ve geçiyor. Ruhumuzu İlâhi vahiy soluğu ile solumamız ve insan olarak yaratılış gayemizi idrak etmemiz elzemdir.

            Çağımızda ekonomik krizlerin, iktisadi bunalımların, kültürel yozlaşmaların ortaya çıktığı, hatta terörizmin kol gezdiği ve dünyanın globalleştiği bu dönemde sanallıktan uzaklaşarak gerçeklere dönmemiz gerekir. Zira bütün bunları inanç soluğu ile diriltmeye çalışalım.

            İnsan Ruhunu ve toplumların ruhunu inançsız bırakmayalım ki, ruh mantarları olan tanrısızlık ortamı vücuda gelmesin. Lâ süpürgesi ile ilahları süpürüp sonuçta illallah demeliyiz yani Lâilahe illallah/ kelime-i tevhidin etrafında birleşmeliyiz.

 

 *  *  *

BÜYÜKLERİN SÖZLERİ, SÖZLERİN BÜYÜKLERİDİR...

Hak'tan ve faziletlerden mahrum olan bilgi, hilekarlıktır, onun akıl ve zeka ile alakası yoktur. (Eflatun)

*   *    *

ESMA-ÜL HÜSNA

es-SELÂM

Her çeşit ârıza ve hâdiselerden sâlim kalan;

Her türlü tehlikelerden kullarını selâmete çıkaran;

Cennet'teki bahtiyar kullarına selâm eden...

Bu ism-i şerif, Kuddûs ismi ile yakın bir mânâ ifade etmekte ise de Selâm ismi, daha ziyade istikbale aittir. Yani, Cenâb-ı Hakk'ın gerek zâtı, gerek sıfatı ileride en ufak bir tegayyüre, bir değişikliğe, bir za'fa uğramaktan münezzehtir. O, ezelde nasılsa ebedde de öyledir.

 

*   *    *

KIRK HADİS

Nerede olursan ol Allah’a karşı gelmekten sakın; yaptığın kötülüğün arkasından bir iyilik yap ki bu onu yok etsin. İnsanlara karşı güzel ahlakın gereğine göre davran.

Tirmizî, Birr, 55.

 

*   *    *

Peygamber Efendimiz

Hz. Muhammed (a.s.)'ın Namazı

Yaratanının emir ve isteklerini henüz duymamış olan diğer insanlara da en son ilâhî dinin ulaşabilmesi için kendisine tevdî edilen vazîfeyi ihmâl korkusu olmasa bu sahâbîyi Rabbinin huzûrundan ayırabilecek hiçbir kuvvet bulunmamaktadır. Ne var ki, umûmun istifâdesini düşünüyor olması kendi zevk ve lezzetini yarıda kesmesini gerektirmiştir. Çünkü İslam müntesiplerinden, ferdîlikten ziyâde içtimâî olmalarını istemektedir.

 

Misver bin Mahreme -radıyallâhu anh-, ashâbın namaza atfettikleri ehemmiyeti gösteren diğer bir ibretli hâdiseyi şöyle anlatıyor: Ömer bin Hattab radıyallâhu anh hançerlendiğinde, zaman zaman baygınlık geçiriyordu. Bir keresinde yanına girdiğimde üstüne bir örtü örtmüşler, kendinden geçmiş vaziyette yatıyordu. Yanındakilere:

- Kendisini nasıl buluyorsunuz? diye sordum.

- Gördüğün gibi (baygın) dediler.

- Namaza çağırdınız mı? Eğer yaşıyorsa onu namazdan başka bir şey korkutup uyandıramaz, dedim. Bu ikazım üzerine oradakiler:

- Ey Mü'minlerin Emîri Namaz! Namaz kılındı! dediler. Hemen uyandı ve:

- Öyle mi? Vallahi namazı terkedenin İslam'dan payı yoktur, dedi. Kalktı, yarasından kan fışkıra fışkıra namaz kıldı. (Heysemî, Mecmau'z-zevâid, I, 295; İbn-i Sa'd, III, 35)

Allâh'ın emri herşeyden azizdi. Mal ve can onun yanında bir hiç mesâbesindeydi. Toplumun bütün fertleri bu şuuru yakalamış ve namazın ibâdet hayâtının mihverini teşkil ettiğini kavramıştı. Sıhhat için ruhsat verilmiş olmasına rağmen hakîkat karşısındaki anlayış ve kabulleri sebebiyle azîmeti tercih etmek onlar için daha doğru idi. Müseyyib bin Râfî anlatıyor:

Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anh-'ın gözlerine perde inince bir kimse geldi ve:

- Eğer yedi gün hiç kalkmadan sırtüstü yatmaya dayanabilirsen ve bu arada namazlarını îmâ ile kılmayı kabul edersen seni tedâvî edebilirim. İnşaallâh şifâ bulursun, dedi.

İbn-i Abbas, Hz. Âişe ile Ebû Hureyre'ye ve daha başka sahâbîlere haber gönderip mes'eleyi sordurdu. Hepsi de:

- Ya bu süre zarfında ölürsen namaz hususunda yöneltilecek soru karşısında ne cevap verirsin? dediler.

Bu cevaplar üzerine İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- gözünü tedâvî ettirmekten vazgeçti. (Hâkim, Müstedrek, III, 629, 6319)

Bir kudsî hadîste; "Namazı benimle kulum arasında ikiye böldüm: Kulum için de istediği verilecektir." buyurulmuştur. Bu va'd gereğince usûlüne göre kılınan namazda, gönlü başka taraflara kaydırmadan okunan Fatiha'da çok müjdeli ilhamlar vardır. Gözde nûr, gönülde mânevî bir sürür hasıl olur. Namaz, insanın dâimâ Allâh'ı düşündüğü, O'ndan bir an bile gâfil olmadığı ihsân haline yükselmesinin yolunu gösterir. Bütün hareket, söz ve düşüncelerinde Yüce Yaratanını düşünün bir insan kâmil bir mü'min olma vasfını kazanmış olur.

Peygamber Efendimiz'in Medîne'yi teşriflerinde onu görmek için yanına gelen ve gül yüzünü görür görmez "Vallâhi bu yüz yalancı olamaz" diyerek hakîkatı haykıran Yahudî âlimi Abdullâh bin Selâm -radıyallâhu anh-, mübârek ağızlarından ilk olarak "Birbirinize selâm veriniz! Birbirinize ikrâmda bulununuz! Akrabânızın haklarını gözetiniz! Gece herkes uyurken namaz kılınız. Bunları yaparak selâmetle Cennet'e giriniz." (Tirmizi, Kıyamet, 42) sözlerini işittiğini söylemektedir. Herkesin uyuduğu bir vakitte veya çoğu kimsenin muvaffak olamadığı bir şekilde Allâh'a yönelmek hiç şüphesiz cennetin yollarını kolaylaştıran en mühim âmildir.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır: Hz Peygamberin sağlığında rüya gören bir kimse onu Peygamberimiz'e anlatırlardı, ben de bir rüya görmeyi ve onu Hz Peygamber'e anlatmayı çok isterdim. O zaman bekar bir delikanlı idim ve mescidde uyurdum. Bir defasında rüyamda iki melek beni cehenneme götürdüler. Baktım ki, o kuyu duvarı gibi örülmüş olup kuyununki gibi iki boynuzu vardı; o da ne, orada kendilerini tanıdığım insanlar da vardı. Ben şöyle haykırdım: "Cehennemden Allah'a sığınırım! Cehennemden Allah'a sığınırım!" O sırada bir başka melek diğer iki meleğe katıldı ve bana şöyla dedi: “Korkutulmayacaksın!”Abdullah ibni Amr ibni Âs -radıyallâhu anhümâ-'ya da Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle tavsiyede bulunmuştu:

- "Abdullah! Falan adam gibi olma! Çünkü o, gece ibâdetine devâm ederken artık kalkmaz oldu." (Buhârî, Teheccüd, 19; Müslim, Sıyâm, 185) Hayırlı bir ibâdete başladıktan ve onun feyzini aldıktan sonra terk etmek Allâh ve Rasûlünün tasvîb edeceği bir şey değildir elbette. O güzel hasleti daha da geliştirmek ve artırmak gerekmektedir.

DEVAMI YARIN

*   *    *

KISSADAN HİSSELER

ALLAH GÖRÜYOR

Hz. Ömer (r.a) halifeliği döneminde gece sokaklarda dolaşır, halkın emniyet ve huzurunu kontrol ederdi. Bir hastanın feryadını duysa durup ilgilenir, derdine çare olmaya çalışırdı. Bir çocuğun ağladığını işitse, sebebini sorar ve yardımına koşardı.

Bu maksatla dolaşırken bir gece yarısı evin birinden bir ses duyar. Ana ile kız arasında geçen bir münakaşaya şâhit olur. Kızın anasına karşı dürüst ve tatlı sözlü hareketi Hz. Ömer (r.a)’ın gönlünü fetheder. Kız:

“- Anneceğim! Halife’nin süte su katmama emrini duymadın mı? Nasıl hile yapabiliriz? Kötü bir iş bu.” diye konuşur. Annesi fikrinde ısrar eder ve:

“- Kızım! Bizim burada süte su koyduğumuzu halife nereden görecek, nereden bilecek ve nasıl işitecek?” der. Kendince kızını ikna etmeye çalışır. Fakat imanı bütün kızcağız bu cevaptan hoşnut olmaz. Süte su katma işini asla doğru bulmaz.

“- Anneciğim! Bu yapılanı bu saatte halife Ömer görmüyorsa da Allah Teâlâ görüyor.” diye cevap verir.

Hz. Ömer (r.a) imanı bütün bu kızcağızın cevabından pek hoşnut olur. Dürüstlüğüne hayran kalır. Ruhunda taşıdığı bu imanın bir mükâfatı olarak onu oğlu Âsım’a nikahlar.

HESABA ÇEKİLECEKTİR

Hz.Musa (A.S), Cenab-i Hakk a niyaz eyler:

- Ya Rabbi! Dostlarından birini bana göster, diyerek münacaatta bulunur.

Allahü Teala, Musa Aleyhisselama:

Ya Musa! Su dağa çık, orada bir mağara var, orada bir adam var. O mağarada bulunan adam benim dostumdur, buyurur.

Hz. Musa (A.S.), dağa çıkar, mağaraya gider. Bakar ki, mağarada bir adam cansız, takatsiz bir vaziyette kerpiçten bir yastık edinmiş, yanında bir de seccadesi var. Bir de hırkası var. Başka hiç bir şeyi yok. Yoksul mu dersen yoksul!..

Hz.Musa (A.S.):

- Ya Rabbi! Bu zat mıdır senin dostun?, der.

Cenab-i Hakk:

- Ya Musa; izzetim, celalim hakki için onu o sahip olduğu o bir tek hırkadan ve yastık edindiği kerpiçten hesaba çekmedikçe cennete koymayacağım!.. buyurur.

*   *    *

ORUÇLA İLGİLİ AYETLER VE HADİSLER

“Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da bağlanır.”

 

( Buhârî, Savm 5; Müslim Siyam 1,2,4,5)

İlk yorum yapan siz olun!
 1250 karakter yazabilirsiniz

Tabaklar Mah. Cumhuriyet Cad. İnci İş Merkezi No: 32 / 32 Bolu   Tel:   Faks: